25 Nisan 2012 Çarşamba

Bir kitap bir film ve uzun suskunlukların üzerine…




Kafamdaki ideali epey büyük eksikliklerle de olsa yaşıyor gibiyim. Bir kere artık 20leri devirince yurtdışı deneyimine, zincirleri kırmak, bol bol bar gezip, sürekli bir kahkaha ve neşe halinin devamını sağlamak olarak bakamıyorsun. Ben ki şu an Abdullah İbrahim dinlerken, Guinness yudumlayıp, yanımda bir kitapla blog yazmaya başladıysam, gençliğin dibini bırakmış olduğumu kendime itiraf etmek zorundayım. Ama şunu biliyorum ki şehir böyle olur dediğim yerdeyim. Yanlış anlaşılmasın, bu kadar ufak bir şehire alışık değilim, ama her yere yürüyerek ya da bisikletle gidebildiğim için,  tarihin yıpratılmamış kokusunu çekebildiğim için içime, galiba böyle ideal kurdum. Yoksa İstanbul’u ararsan bulamazsın hiç bir şehirde … Ve gelir bu şehir arkandan, farkındayım. Demli çayı ve deniz kokusunu istemek de galiba onun aşkının hep ceplerimde elimde, ruhumda bir yerlerde olduğunun kanıtı.
Kendimi evimin ufak duvarlarına ve fakültenin çalışma odasına kapatıp yazmaya zorladığım su günlerde, sadece okuyup, yazma doygunluğuna gelemediğimi, acı olarak ifade ediyorum. Üstelik kerpetenle çıkan kelimelerin sol gözümün altında yarattığı seğirmeler, kendime aynada bakıp iyice gülmeme neden oluyor. Ama bahar geldi nihayet geç olsa da. Ben de, okuduğum kitabı bitirip güzel bir film izlemenin heyecanıyla yazmaya oturdum. Nedeni, sessin ve sessizliğin içinde kendimce aradığım sahneleri, bambaşka zaman ve mekanlarda bulmamdı.
Madredeus’u, 2006’da bu sefer Ravenna’da ev arkadaşımın bir misafirinin koca cd kutusundan keşfetmiştim. Portekiz müziği ve Fado ile uzaktan yakından ilgili olmadığım için, bu muhteşem gitar, akordeon ve güzel bir kadın sesinin yankılarını, çok da kültürel yapısını bilmeden dinlemiştim. Ainda Wim Wenders’ın Lisbon Story’sinin film müziğiydi ve film, yıllarca dinlediğim müziğine, hatta geçen sene Lizbon’a gitmiş olmama rağmen, hiç izlenmedi. Dün uzun bir araba yolculuğuyla başlayan ve Avrupa’nın sınırlarında sadece seslerin değiştiği sahnelerde ilerlerken, Lizbon’un hikayesini bu sefer yönetmenin kadrajından izledim. Işıklar, sesler, seslerin ve sessizliğin içinde de o kadar çok insanın olduğunun kanıtıydı film. Şehir seslerden ibaretti, görüntüyü anlamlı kılan sesti, ve filmin ana kahramanı Mr Winter yani ses teknisyeni yarım kalmış bir filmin seslerini arıyordu Lizbon sokaklarında, ve tabi filmin kayıp yönetmeni arkadaşı Fredrick’i. Çocuklar, daha ikinci sahnede Madredeus’un Guitarra’sı ve Lizbon. Wim Wenders, şehri öyle bir çekiyor ki ben görmenin farklı bir şey olduğunu, yavaş yavaş kabulleniyorum.  Tıpkı Palermo Shooting’i izledikten sonra, Murat’ı Palermo’ya balayımızda sürüklediğim gündeki heyecanla, Wim Wender’sın çektiği her şehiri ve sesini takip etmenin gerekliliğini anladım.
Bütün bu seslerin etkisi, nerdeyse iki günde keyifle sonlandırdığım Suskunlar’da, bu sefer, bambaşka bir ülkenin yazarının sözleriyle öyle bir vurdu ki beni. İnsanlığın sanatsa eğer ortak alanı, sesi çok güçlü dedim kendi kendime. Musikinin post modern hikayesini, İhsan Oktay Anar son kitabında buluyorsunuz. Mevlevi ve tasavvufi hikayeler, ney ve nefesin biraz popülerleşmiş imgeleriyle dolu başlangıcı, ana hikayenin bütünlüğü ve sonuna kadar soluksuz gitmesiyle sizi hiç koparmıyor. Osmanlı’nın Çingenelerinden, Ermenilerine tüm müziğini, müziğinin hikayesini ve sesini, anlatan Anar, Konstantiniye’nin Haliç’le bölünen iki kıyısından kulağınıza kadar getiriyor perdeleri, notaları. Çirkin yaratıklar, güzel şarkılar, kadınlar, aşklar ve hayaletlerle dolu bu şehirde musikinin gerçeğini duyan ve başka bir şey duymasına gerek kalmayan Suskunlar’ın ve ölümü inat ve ya sabırla bekleyen ama herkesin kadehine neşe koyan müzisyenlerin hikayesini anlatıyor. Nitekim her musiki sesin değil sessizliğin taklidi derken Anar; en iyi müziğin sessizliğe yakınlaşan, onun içinden coşan ruhunu o kadar iyi veriyor ki. Şehrin sesini biraz da masalsı bir dili sevenlere tavsiye ederim.
Gününüzün sessizliği ve sesi size huzur versin. Bahar geldi Nisan bitmek üzere, kocaman sevgilerle...


1 yorum:

Feride BİLGİN dedi ki...

Öyle güzel yazmışsın ki kızım, satırlarında gözlerim gezinirken, kulaklarımda güzel sesinin tınısı vardı.
Sözettiğin müzikleri ise dinlemediğim için yalnızca anlatımınla canlandırmaya çalıştım.
Kaleminin gücü sessizliği, sezsizliğin müziğini de verebiliyor...
Tanrım bunu yazıyla yapabilmen ne büyük başarı.
Kutlarım Birtanem