30 Ocak 2012 Pazartesi

Öfke üzerine

Bologna'da kendime, okuma ve yazma eylemleri üzerine, çok zaman ayırıyorum. Sıkı twitter takipçisi olarak Metin Üstündağ'ın son mottosu şu dönem nasıl uygun bana anlatamam. 'Yalnızlık psikolojiktir öpünce geçer'. Evet şu an psikolojik bir yalnızlığın ortasında, ama güzel bir mekanda yeniden, (1 haftadır yazmadığım bloğuma) yazma kararı aldım. Yalnızlık, kocamın gelip yanağıma kondurduğu öpücüğü bekleyedursun, ben yalnızlığımla daha çok üreteyim derdindeyim. Karşımda iki öğrenci harıl harıl çalışırlarken, kentin yaşlısı, göçmeni herkes burada birşeyler okuyor. Sala Borsa'dayım; Bologna Belediyesi'nin güzel bir kültür merkezi, Piazza Nettuno'ya (neptün meydanı: ortasında ihtişamlı bir Neptün heykeli var)bakan, modern döşenmiş, ama geleneksel Ortaçağ saraylarından dönüşmüş, güzel bir kütüphanedeyim. Dergisini kitabını kapan, buraya çalışmaya geliyor; her dilden süreli yayınlar var. Şu an yanımda azıcık alkol kokan bir adamcağız, internette poker oynuyor. 60 yaşlarında kadınlar şıkır şıkır giyinip, gazetelerine yoğunlaşmışlar.

Benim aklımda son bitirdiğim iki kitap, 6 aydır gülerek okuduğum ama okuması bir o kadar zor ve yoğun, Don Quijote ve Salman Rusdie'nün öfkesi. Ortaçağ'ın traji komik bitişi ve sonunda kazanan modernitenin, artık çok daha yoğun bir öfke biriktirdiğini görüyorum. Bugün şehrimin biriktirdiği öfkeyi sıkıntıyla izlerken, Don Quijote'da, iki ciltte efsaneleşen şövalyenin, deliliğinin aslında kahramanlığının, vicdanın ve iyiliğin en pür örneği olduğunu gözlemliyorum. Ortaçağı karanlıkların dönemi olarak anlatmamak lazım derdi değerli Sinan Hocam. Yoksa nasıl onca keşif, Rönesans kapılarını açardı dünyaya. Don Quijote, bir dönemin bitişini, soyluluğu, ünvanların yalanını müthiş bir akılla bize aktarırken, Sancho Panza’nın yüreği saf, köylü ve müthiş zekası sizi her an, Don Quijote’u ise zaman zaman, kendine hayran bakıyor. İçinde barındırdığı müthiş ironi, elitizme karşı ağır eleştirisi ve aklı akılla sorgulayan yapısıyla, modern edebiyatın başlangıcı olarak nitelendirdiğim ve Avrupa’nın modern oryantalizminden çok uzak bulduğum bir örnek. Cervantes, Seyid Bandicani, kılığındayken Arap kültürüne olan saygısını da ufak bir gülümsemeyle göstermiş bence. Göçün, sürgünlerin insanlar üzerinde ağırlığını gördükçe, el değmemiş aşkların en güzelini yaşadıkça, namus yaratısının, en ufak yalanlarla paramparça olduğunu gördükçe, bence biraz içiniz burkularak güleceksiniz.

Bütün bunların yanında geldiğim ilk hafta Salman Rusdie’nin Furialarını yaşadım. New York’un göbeğinde hissettiren tasvirleri ve kalbinizi sıkıştıran Amerikan düşü öyle büyük ve haklı bir öfkeyle anlatılmış ki, Hint kökenli yazarın toplumuna ve yeni ait olduğu topluma karşı olan acımasızlığının aslında kendi öfkesi olduğunu hissediyorsunuz. Kitabın alt kapaklarını genel de sonra okurum. Traji komedi diye geçiyor 'öfke', şanslıyım diyorum dünya edebiyatının iki traji komedisini okudum. Öfke’de kendimce eksik bulduğum taraf ise kahramanın kişiliğinde yatan acıları, çok sonradan ve yüzeysel bir yaklaşımla vermesi. Ama kahramanın sürüklendiği iç savaş, kendi iç savaşının da sonu olması bugünün üçüncü dünyasına da bir serzeniş. Bu yanıyla çok etkilendim. Herkese bol yazmalar ve okumalar. Ben ülkemdeki acı yargılama süreçlerini ve iktidar kavgalarını biraz da gülümsemeyi unutmadan seyrederken uzaktan seyrederken, siz şehrin öfkesini güzel bir çayla yatıştırın. Çünkü en çok ,özlediğim demli bir çay.

20 Ocak 2012 Cuma

Ciao!

Ciao!

Italya’da en sevdiğim ses. Evet hepimizin üniversite, sokak ve eylem ruhu üzerine bir anısı vardır bella ciao’nun. Bologna anti faşist hareketin baş tacı, Gramsci’nin memleketi. Bu şarkı daha anlamlı Bologna sokaklarında. Politikanın en sorunlu ülkelerinden biri İtalya. Akdeniz’i Avrupa kadar önemseyen kültürünü, bunun üzerine inşa eden bir ülke. Savrukluğuyla, uzun kuyruklarıyla, çok konuşan insanlarıyla farklı görülür. Benim şansıma ne zaman ayak bassam politik bir kriz vardır. Şimdi manşetlerde ekonomi ve işsizlik. Ama öncelikle bir ciao ile başlıyor hayat. Arkan dönükken ve seni hiç tanımayan biri merakla ciao! diye gülümsüyor. Yürürken eldivenimi düşürme alışkanlığım olduğundan arkamdan ciao diye başlayan cümlelerle bölünüyor adımlarım, nazikçe düşürdüğüm eldiveni uzatıyor bir kadın. O kadar Akdenizli oluşumuzla övünürüz arada. Bugün kendimi sorguladım komşuma, otobüs şoförüne, gazete bayisine, ne kadar sıklıkla günaydın, merhaba ,iyi aksamlar dedim diye. İçinizden 61B otobüs hattında ömründen bezmiş şoförü düşünüp, gülmeyin; beş kere günaydın dese her sabah biri bence o kadar somurtmaz bir insan. Nerden nereye atlıyor aklım, utandım işte utancı düşündüm çünkü, bu aralar utançla izliyorum gelişmeleri.

Utançla izliyorum demokrasi skandallarını, yorumları okuyorum beğendiğim gazetecilerin, hocalarımın, hepsi anlamaktan bahsediyor alıp karşına konuşmaktan, vicdandan ve yargıdan... Bugün Hrant’ın acısı, Kışlalı’nın, Mumcu’nun Emeç’in İpekçi’nin kaybı kadar sahici ve derinken, yargının iktidara karşı olan zayıflığını yine ve yeniden görürken, düşünüyorum. Biz kendi şarkımızı neden yazmayalım insanları uyandırmak için, neden küçümseyen ve nefret dolu tarafımızı yaşatalım çevremizdekilere, vicdanı çağırmak daha çok anlatmak için önce bir selamla başlasak ya değişir miyiz?

17 Ocak 2012 Salı

Anne

İyi geceler...
'Saçım' yazıma ve blogun ismine annemden harika yorumlar geldi. Tam da bir arkadaşım-öğrencimden aldığım enerjik ve çok mutlu e-postadan sonra, annelerin insanı harika hissetiren bir tarafı olduğunu tekrar düşünüyorum. Kilometrelerce uzakta da olsan yemek yemeği unutma demesi gibi, ya da senin kendine acımasızca saldırdığın anlarda, seninle ilgili hatırladığı komik detaylarla gülümsetmesi gibi... 30 yaşa 1 ay kalmışken ve en yakın arkadaşımın minik bebeği yeni doğmuşken, doğanın bana da anneni anla demesi geç kalmış bir annelik dürtüsü galiba.

Feminizmi çok okuyup kendimce anlamayıp anlamlandırmadan önce de, bu annelik dürtüsünün bizim toplumda hep abartıldığını düşünürdüm. 12 Eylül'de çocuklarını ihbar eden anneler, 16'sındaki kız çocuğunun ölüm fermanına sessiz kalan anneler vardı. Çocuğunu tuvaletde doğurup bırakanlar vardı. Şimdi düşündüm şu an. Anadolu'daki annelik saçma ama olağandışı bir fedakarlık içeriyor . Ölüme boyun eğecek kadar sessiz bir fedakarlık. Sabır ve itaat erkil ya öyle öğretiliyor... Tıpkı namus gibi... Sana seçim şansı vermemişken ve oğlan doğurmadığın için yüzüne tükürülen annelik her gün kadınlığına lanet ediyor...sonu sessizliğe boyun eğmek oluyor.
Ölümü yaşama tercih etmek gibi...Ölümü sonu ölümle zaten eşit olacak yaşama terccih etmek gibi. Sonuçta yıllar önce six feet under adlı bir dizide izlediğim bir dialog vardı. İki nesildir cenaze işleri yapan bir ailenin hikayesiydi. Aile'ye dışardan giren kız arkadaş Isabel, babasının ölümüyle işi yeni devralmış Nate'e soruyordu. Bir çocuğun yeni kaldırılan cenazesi üzerine konuşurken. Eşini kaybeden insana dul deniyor, ailesini kaybeden çocuklara öksüz, çocuğunu kaybeden bir anneyi tanımlayacak hiç bir kelime yok.. Çünkü bu acıyı tanımlayacak kelime yok...
Hüzünlüydü ama yaşam umut içerir. Umut için yaşamı tercih etmek gerekir. Zor annelik ama güzel bir yeni yaşam yarattığı için güzel . Hem yıllardır koskocaman yürekleriyle anne olanlara, Çocuğunu yıllarca haykıran sessizlikleriyle bekleyen Cumartesi ve Plaza de Mayor annelerine ve tabiki çiçeği burnunda annelere itaf olsun bu yazı!!

15 Ocak 2012 Pazar

Saçım

Fikret Kızılok çalıyor arkada. Bambaşka bir ülkede, kendi sesinle buluşma isteği benimkisi biraz. Akdeniz kokusu geliyor burnuma zaten İtalya'da. Bir de şimdi, burada o güzel sesiyle çalıp söylerken, bense okurken yine, neden savaşıyor insanlar diye ,nefret nasıl büyüyor diye, kendimce yeni bir hümanizma yaratıyorum galiba . Gizem'ce ...

Bugün aklımda aşk vardı, çok özlemek. Evim çok güzel, ufak bir öğrenci evi. Sıla hasretinden çok yalnızlığını kendi seçen bir insanın kendi kendine konuşması bu. Neden ihtiyacım vardı ayrılmaya alışkanlıklarımdan ve sevdiklerimden? Bu soruyla en çok özlemi sorguluyor insan. Nasıl sahiplenir insan yaşadığı yeri? Nasıl şehirlerin ritüelleri gelişir, nasıl oralı olunur, nasıl yabancı? Bugün saçıma baktım saatlerce. Dokuz yıl aynı adama kestirdim Musa'ya saçlarımı, Sonra cihangir'de Hüsnü Ağabey girdi hayatıma. Şimdi ben burada kime kestireceğim saçlarımı diye bir düşündüm. Komik geldi endişem. Kendi kendine sahiplendiğimiz, bizi terketmeyeceğini düşündüğümüz hayatımıza hızla giren öyle sessizce çıkan ne çok insan ne çok mekan var.

Tatların kokuların değiştiği milyonlarca hücre ve alanın her birinde mülkiyetimiz var. Basit şeyler ama garip alışkanlıklar: pijamalar, terlikler, sabah kimle ve nerede uyandığın, sevdiğin şarkılar sevmediğin sesler hepsini ayrı ayrı, ayır ediyorsun. Özlem de bu galiba, tüm bu mülkiyetlerin, sahipliklerin eksikliği. Onun belki bir daha elinde olamayacağı düşüncesinin hiç akla getirilmemesi... Ayrılığın ölümün kaybolmanın göç etmenin zorluğu...

Özlem yaşamın dinamiği özlenenleri düşünmek ise bir sorumluluk... Bugün belki de bu yüzden sevdiklerinden haksız yere ayrı kalan gazeteciler var aklımda sadece insan olarak çocugunu babasız büyüten anneler, sabah çayını demlerken kadınlarının yatakta olmadığını bilen erkekler ve yalnızlık...

14 Ocak 2012 Cumartesi

ilk konuşma

Blog yazma fikri önceden aklımda vardı. Sonra House M.D dizisinde bir blog yazarının tercihleri üzerine izledigim bölüm benin sanal aleme ulasmam konusunda sıkıntı yasattı. Kalp kapakcığını degistirme ile ilgili önemli bir kararı okurlarına sunuyordu. Kafamdan ne kadar korkunç diye geçirdim. Bugün twitter hesabından dünyada olanı biteni takip etmeye çalışan ama kendi sahte mahremiyetini yaratmak icin facebookunu kapattan bir iki yüzlü olarak evet söylüyorum. Yazmak istiyorum. Cünkü hayatım boyunca yarı deli kendi kendime konuştum bazen sesli konuştum. Tek cocuktum bahanem vardı. Oysa simdi baska bir dünyadayım Esimden uzakta sesim bana yabancılaşmasın kelimeler uzaklaşmasın diye yazmaya basladım

Bu blog nasıl dönüşür bir fikrim yok. Yalnızlık, biraz da sarap etkisiyle başladı. Güzel bir şehirdeyim. Bologna'dayım. 7 ay süreyle burada araştırma için kalıyorum. Tezim keyifle ilerliyor. Türkiye'de İstanbul'da beni bekleyen ailem ve dostlarım var. Geçen yılın başından beri psikologumun tespitiyle 30lu yaslara gecis bunalımı yasıyorum. 29umdan buna başlamam ironik görünsede zamanla barışık biri için ürkütücüydü inanın. Üniversitede'de araştırma görevlisiyim evim var cok mutlu bir evliliğim var ama hergün icimde büyüyen karmasayla uyanmak tabi ki beni panikletti. değerlerimin sarsıldığı bir dönemden kendimi iyilestirme sürecine girdim. Daha mı iyiyim?? Evet. bir daha bunalır mıyım? Tabi ki. İnsanla ilgili kafası karışık bir kadınım. sosyalist bir kadınım . Hergün insanın günlük hayatına bakamadığı seyleri belki de ideolojik bir arastırma güdüsüyle görüyorum. Ne zaman eleştirel teori çalışmaya başladım daha rahatlamadım politikleştim ve bugün derdim dünyayla.

Bu blog Murat'ın beni teşvikiyle yeniden hayata geçti. Unutmamak için yazmalıymışım. İyi ki unutamayacağım güzellikler var ...