Kafamdaki ideali
epey büyük eksikliklerle de olsa yaşıyor gibiyim. Bir kere artık 20leri
devirince yurtdışı deneyimine, zincirleri kırmak, bol bol bar gezip, sürekli
bir kahkaha ve neşe halinin devamını sağlamak olarak bakamıyorsun. Ben ki şu an
Abdullah İbrahim dinlerken, Guinness yudumlayıp, yanımda bir kitapla blog
yazmaya başladıysam, gençliğin dibini bırakmış olduğumu kendime itiraf etmek
zorundayım. Ama şunu biliyorum ki şehir böyle olur dediğim yerdeyim. Yanlış anlaşılmasın,
bu kadar ufak bir şehire alışık değilim, ama her yere yürüyerek ya da
bisikletle gidebildiğim için, tarihin
yıpratılmamış kokusunu çekebildiğim için içime, galiba böyle ideal kurdum.
Yoksa İstanbul’u ararsan bulamazsın hiç bir şehirde … Ve gelir bu şehir
arkandan, farkındayım. Demli çayı ve deniz kokusunu istemek de galiba onun
aşkının hep ceplerimde elimde, ruhumda bir yerlerde olduğunun kanıtı.
Kendimi evimin
ufak duvarlarına ve fakültenin çalışma odasına kapatıp yazmaya zorladığım su
günlerde, sadece okuyup, yazma doygunluğuna gelemediğimi, acı olarak ifade
ediyorum. Üstelik kerpetenle çıkan kelimelerin sol gözümün altında yarattığı seğirmeler,
kendime aynada bakıp iyice gülmeme neden oluyor. Ama bahar geldi nihayet geç
olsa da. Ben de, okuduğum kitabı bitirip güzel bir film izlemenin heyecanıyla
yazmaya oturdum. Nedeni, sessin ve sessizliğin içinde kendimce aradığım
sahneleri, bambaşka zaman ve mekanlarda bulmamdı.
Madredeus’u, 2006’da
bu sefer Ravenna’da ev arkadaşımın bir misafirinin koca cd kutusundan keşfetmiştim.
Portekiz müziği ve Fado ile uzaktan yakından ilgili olmadığım için, bu muhteşem
gitar, akordeon ve güzel bir kadın sesinin yankılarını, çok da kültürel
yapısını bilmeden dinlemiştim. Ainda
Wim Wenders’ın Lisbon Story’sinin
film müziğiydi ve film, yıllarca dinlediğim müziğine, hatta geçen sene Lizbon’a
gitmiş olmama rağmen, hiç izlenmedi. Dün uzun bir araba yolculuğuyla başlayan
ve Avrupa’nın sınırlarında sadece seslerin değiştiği sahnelerde ilerlerken,
Lizbon’un hikayesini bu sefer yönetmenin kadrajından izledim. Işıklar, sesler,
seslerin ve sessizliğin içinde de o kadar çok insanın olduğunun kanıtıydı film.
Şehir seslerden ibaretti, görüntüyü anlamlı kılan sesti, ve filmin ana
kahramanı Mr
Winter yani ses
teknisyeni yarım kalmış bir filmin seslerini arıyordu Lizbon sokaklarında, ve
tabi filmin kayıp yönetmeni arkadaşı Fredrick’i. Çocuklar, daha ikinci sahnede
Madredeus’un Guitarra’sı ve Lizbon. Wim Wenders, şehri öyle bir çekiyor ki ben
görmenin farklı bir şey olduğunu, yavaş yavaş kabulleniyorum. Tıpkı Palermo
Shooting’i izledikten sonra, Murat’ı Palermo’ya balayımızda sürüklediğim
gündeki heyecanla, Wim Wender’sın çektiği her şehiri ve sesini takip etmenin
gerekliliğini anladım.
Bütün bu seslerin
etkisi, nerdeyse iki günde keyifle sonlandırdığım Suskunlar’da, bu sefer, bambaşka bir ülkenin yazarının sözleriyle
öyle bir vurdu ki beni. İnsanlığın sanatsa eğer ortak alanı, sesi çok güçlü dedim
kendi kendime. Musikinin post modern hikayesini, İhsan Oktay Anar son kitabında
buluyorsunuz. Mevlevi ve tasavvufi hikayeler, ney ve nefesin biraz popülerleşmiş
imgeleriyle dolu başlangıcı, ana hikayenin bütünlüğü ve sonuna kadar soluksuz
gitmesiyle sizi hiç koparmıyor. Osmanlı’nın Çingenelerinden, Ermenilerine tüm
müziğini, müziğinin hikayesini ve sesini, anlatan Anar, Konstantiniye’nin Haliç’le
bölünen iki kıyısından kulağınıza kadar getiriyor perdeleri, notaları. Çirkin
yaratıklar, güzel şarkılar, kadınlar, aşklar ve hayaletlerle dolu bu şehirde
musikinin gerçeğini duyan ve başka bir şey duymasına gerek kalmayan
Suskunlar’ın ve ölümü inat ve ya sabırla bekleyen ama herkesin kadehine neşe
koyan müzisyenlerin hikayesini anlatıyor. Nitekim her musiki sesin değil
sessizliğin taklidi derken Anar; en iyi müziğin sessizliğe yakınlaşan, onun
içinden coşan ruhunu o kadar iyi veriyor ki. Şehrin sesini biraz da masalsı bir
dili sevenlere tavsiye ederim.
Gününüzün sessizliği
ve sesi size huzur versin. Bahar geldi Nisan bitmek üzere, kocaman
sevgilerle...
1 yorum:
Öyle güzel yazmışsın ki kızım, satırlarında gözlerim gezinirken, kulaklarımda güzel sesinin tınısı vardı.
Sözettiğin müzikleri ise dinlemediğim için yalnızca anlatımınla canlandırmaya çalıştım.
Kaleminin gücü sessizliği, sezsizliğin müziğini de verebiliyor...
Tanrım bunu yazıyla yapabilmen ne büyük başarı.
Kutlarım Birtanem
Yorum Gönder