5 Mart 2012 Pazartesi

Karalamalar

Şubat’ın 20'si itibariyle hava insana olmadığı kadar ışıyor. Bologna’nın güneşi 'eve kapattım sizleri fırlayın dışarıya!' der gibi çıktı gitmiyor, on gündür. Kadınlı erkekli stil adamları olduğu için İtalyanlar, dışarısı rengarenk cıvıl cıvıl. Tam podyum gibi son derece tüketici ama renkli. Bu yüzden elimde kırmızı bir ruj çok sevdiğim parfümeri dükkanlarının içinde beklerken, bir sessizlik çöktü ve gitmedi içimden. Nedenini ise kendi ve çalışmamla kurduğum hesaplaşmada buldum.

Mesela yalnızlığımızı ele alalım. Kendimize ayırdığımız zamanlar insanın yalnızlığa daha çok alıştığı zamanlardır. Bazen okuma, yazma çizme eyleminiz durur ve içinizdeki tüm korkularınızla siz kalırsınız. Korkular güvensizliğiniz olur.

Ben tezimde güvenlik üzerine yazıyorum. Birçok boyutuyla düşünmeye çalıştım güvenliği, uluslararası politika alanında olmak, akademik olarak, sizi öyle ve ya böyle bireyin psikolojisinin dışında hareket ettiriyor. İnsan ne zaman güvenli hep somut olarak sordum, yani gerçekten açken, yoksulken, çoğunluk tarafından ait olduğu topluluk tehdit edilirken, cinsiyetinden ya da cinsel kimliğinden dolayı dışlanırken, ait olduğu topluluktan farklı olduğu için o toplumdan çıkmak isteyip çıkamazken, yani liberal teorilerin bile sınırlarını çizemediği noktalara kadar inmişken bir kelime de takıldım. 'Güvensizlik-güvenliksizlik'. İngilizce’de güvenli olmama durumu ‘insecure’ kelimesi kullanılıyordu. Kelime, tehditlere karşı bireysel toplumsal güvenliğin sağlanamaması durumunu tanımlıyordu; ama aynı zamanda hem Türkçe hem İngilizcede güvensizlik kendine inanmama, inanamama, başarısızlık ve ya kaybetme korkusunu çağrıştırıyordu,

Bugün devletlerin güvenliksizliğini bir yana bıraktım, içimdeki güvensizliğe baktım. Ruhuma dolan tembelliğe, dikkatimin dağınıklığına, sevdiklerimi kaybetme korkusuna, yaşlanmaya, kırışıklara, başarısızlık korkusuna, hepsi tenimiz dahil, aslında geçici uçucu olan şeylere nasıl mülkiyet hissi duyduğumuzla başlıyordu. Nasıl sahipleniyorduk, sevgiyi, rutini, rahatı ve bilgiyi hatta hayatın ta kendisini?

Mesela, gerçekten çok okumak, görmek, yaşamak bizi daha büyük adamlar mı yapıyordu? Kürsüler çıkmak, düşünürleri anlatmak, planlar çizmek dünyayı değiştiriyor muydu gerçekten?Saatlerimize sahip çıkmak mesela, verilen randevular, sıkı kapılar ardında tutulan mesai saatleri, sigara molaları, pardon çok meşgulüm diyen insanlar, bekletenler mesela, gerçekten zamana sahip miydiler? Ya karşısındakinin beklentilerini yıkmak, üstten bakmak, buyurmak ve bilgeliğini paylaşmak; gerçekten bizim mi gerçekten okuyup biriktirip, bugün müşterimize, öğrencimize, hastamıza ya da arkadaşımızın suratına çarptığımız? Ya da gönülden gelerek anlatmak mı sorarak, tartışmak paylaşmak mı aynı zamanda aidiyetlerimizden bir nebze olsun vermek, ona yüklediklerinin hesabını sormadan?

Tüm bunları düşündükçe uzaklaşmıyorum ki sahiplendiklerimden; elimdeki ruju yine aldım mesela, sonra düğün fotoğrafımıza baktım. Murat’a o kadar ışıkla bakmışım ki o kadar severek, ona sahip olabilir miyim mesela, özlemek de daha kırılgan kılmıyor mu bizi ya göremessem tekrar korkusuyla?

Diyojen değilsem fıçıda yaşayan, aslında mülkiyetlerime de o kadar mahkumum galiba. Sadece anlıyorum ki aidiyetler bizi güvensiz yapıyor, onları kaybetmekten korkularımız kendimize inançsızlığımızı getiriyor. Ne bileyim bugün geçici, uçucu şeyler yazmak istedim. Belki de yazdıklarımı da kaybetmekten korkmamak için...


4 yorum:

gizem dedi ki...

M.C.Rumi nin dediğini hatırlarsak yani eninde sonunda aldığımız nefesi bile geri verdiğimizi... hayat daha yaşanır hale geliyor bence.

kuazimodo dedi ki...

Evet Rumi'ce bir sevgi zaten anladığımız sahiplenici sevgiden farklı onun içinde çile, aşk ve güzele inanış gerek.

Kargasavar dedi ki...

Sözünü ettiğin güvensizlik, bir kaygı; elindekileri kaybetme kaygısı. Kaygı düşüncelerle kovulamayan, düşüncelerle başedilemeyen bir olgudur. Duygularımız dağıtabilir kaygıyı; zamandan bağımsız sevgiler... Zaman akıp gider görünse de yürüdüğümüz yol gibi bir boyuttur. Zamanda geriye doğru yolculuk yapamasak da, sevdiğimiz her şey, var oldukları zaman diliminde hep var olacaklardır. Geri gidemeyiz, ama dönüp bakabiliriz. Yaşanmışlıklar ve sevgiler kaybolmaz; kaybolan yaşanmamışlıklar ve sevgisizliklerdir.
Sevgiler sarsın seni, kaygılar uzak olsun.

Feride BİLGİN dedi ki...

Seni kendine çeken kırmızı ruj, çocukluğundan beri çarpıcı. renkli dünyanın bir çağrısı, Hollanda’da Leeban’da yolun ortasında “Mor ayakkabı isterim!” diye ortalığı birbirine katmanı; sonunda o ayakkabıları satın aldırmanı, yine babana ve bana “Bunu istiyorum!”. diye aldırdığın çingene pembesi kabanını, ikisini aynı anda, bir arada giyme kararlılığını unutmam mümkün mü?
Böylesine kararlı bir bakışın renkli dünyasında güvenliksizlik, barınamaz. Yaşamımıza günlük sıradan olaylar içinde girip çıkan insanların ya da gereksiz, karmasık, katı, düzen kurgularının yarattığı olumsuzluklar, yalnız kaldığımızda kaygıya dönüşüverir. Ben bu tip kaygıların, karamsarlaşan güvensizlik duygusunun seni kavradığına pek çok kez tanık oldum. Her defasında yoğun mantık çizgin, kültürel varsıllığın, bilgi birikimin ve kendini yazarak ya da konuşarak anlatabilme yeteneğinle bunların üstesinden gelebildin. Konuşarak, yazarak bu kadar güzel ve en doğru biçimde kendini anlatabilen çok az kişi vardır. Belki de sen bu yeteneğini o, bloğuna ad olan “kendi Kendine Konuşmalarınla,” güçlendirdin. Bu yazınla, duygularını, kaygılarını, beklentilerini bizlerle paylaşabildiğin için çok şanslıyız. Çünkü böylece seni anlayabiliyor, yalnızlığını paylaşabiliyoruz. Hiç merak etme, Bu şımartıcı sahiplenme duygunu bile bile, bu coşkulu sevgiden uzaklaşmaya hiç niyetimiz yok.
Biz birbirimize benziyoruz canım kızım. Senin, burayı, tüm sevdiklerini özlediğini biliyorum. Şunu da biliyorum ki bu beni rahatlatıyor; anlık duygusallıklarını aklınla çabucak yenebiliyorsun.
Kırmızı ruja uygun bir buluz al kendine; İtalya’ya gelişimde beni öyle karşıla olur mu Birtanem?…