Yazamama hali, yazmak isteyip üşenmenin hali,
kendime karşı boşlaşma hali... Gizem’in üç hali...
Blog yazmak zor seymiş, güncel tutmak, bezen
acımasızca içindekileri deşmek. Şimdiye kadar geçen zamanın hesabını yapmak
zormuş.
Sayfanın başına her geçtiğinizde aklınızda
birşeyler canlanır, dostlar, iş, güç, aşk, aileniz, hedefleriniz. Bir de
memleket halleri. Kadınların üzerinde tepinen iktidar. (Ezgi Basaran’ın
yazısından alıntıdır.)
Blog fikri şurdan çıktı; başkasının yaşamını
yazamayacak kadar güçsüzüm diye sanırım kendimden başladım yazmaya. Camus’yu
düşündüm mesela, Veba’da ölüm halini, ölümün çaresizliğini o kadar pür ve keskin anlatır ki, nefesiniz
kesilir. Dostoyevski’nin size anlattığı her kahramanda yazın dilinin, o
şizofrenik halinin nasıl olduğunu kurgulayamazsınız bile. Çünkü karakter size siz kadar yakındır. Çalılarda
uzanır Raskolnikov, siz de o sırada aynı düşü görürsünüz. Çok okudukça yazamamak bu galiba. Ben de ki
bırakmışlık da biraz buradan. O kahraman yaratımının neresine gireceğini
bilememek, onunla nasıl yürüneceğini öngörememek...
---
Bologna’daki son haftalarımda gerçekten kuru, kahverengi bir sıcak bastırdı her
yanı. Hem özlemenin garip hali var, hem de kavuşmaya az kalmasının heyecanı. Çalışmanız ruhunuzdan bir parçadır, onda ilerlemeler var. Burada güzel insanlarla tanıştım. Tatlı bir dostum oldu, Marilisa, doktora öğrencisi başı yazdığı makale ve aşkıyla dertte. . Hala
çok büyük hayallerim var. Büyük büyük kurgular, renkli fotoğraflar, yüzler,
kadınlar, aklımda uçuşuyor. Üstelik Murat’la bunları paylaşmak ve onunla da
yürüyebileceğim bir hayal kurdum. Zamanla yapma gücü de hissedeceğim. Umarım
ileriki zamanlarda daha detaylı paylaşabilirim sizlerle.
Ancak burada daha güçlü bir kadın oldum onu
söyleyebilirim. Bunun sebebi burada kadınlığın her halini gördüm. Koyu tenli,
açık tenli, göçmen ve çocuklu, işsiz ve ya kocası tarafından eve tıkılmış,
özgür üniversiteli, Bologna’nın caddelerinde özgürce öpüşen, dilenen, bira
içen, köpeğiyle yalnız darmadağın, alkolik her kadın halini gördüm. Bekledim ki
ülkemde verilen kararların sesi buraya gelsin, Suriye dışında kimse ilgilenmedi
Türkiye’yle. Benim kadınımla ilgilenmedi Avrupa. Biraz sessiz ve kırgınlığım
biraz da ondan.
Bol film izledim. Bir zamanlar Anadolu
buradaki sinemalara geldi. Filmde keskin bir erkeklik buldum. Ceylan o kadar
keskin bir erkeklikle göstermiş kadının figüranlığını. Cinayet kadının, çocuk
kadının bedeli, birbirinin cinayetini isleyenler, aşklarının kavgasını
verenler, kadınlarını anlatanlar, öldürenler hep erkek. Erkek devletin, Anadolu’nun
otopsisini erkek yapıyor, dışarda cenazeyi bekleyen ise kadın. Çocuk kadının
ürünü, ataerkilliği bile anne aktarıyor oğluna ‘Aslan oğlum’ diye. Reha
Erdem’in Hayat Var’ını geç izledim. Gördüm orada 13 yasındaki kadını, babayı ve
anneyi nefesinizi kesen görüntüler, katılıp kalan bir hikaye, harika bir oyunculuk.
Kadının hikayesi denizde, karada bozkırda, Avrupa’da birleşiyor. Vatikan
kürtaja karşı, ama İtalya’da kürtaj yasal 1978’den beri. Gördüğüm en güçlü
kadın direnişinden birine sahip. Bugün tartışmamız gereken benim ülkemde erkek
iktidara nasıl direnileceği. Çocuk sorumluluk, yeni hayatın kaderi kadının
üzerinde, üstelik bu kaderi seçme sansın yok. Kararı erkek ve erkek devlet
veriyor. Gebeliğimin sağlığını bana
değil, babama ve kocama bildiriyor. Gözü rahmimde devletin. Erkek ya en iyi o
biliyor. Ne zaman ve nasıl sevişilir, ne zaman çocuk yapılır, nasıl taşınır,
nasıl düşürülür o karar veriyor. Yazamama hali bundan, yazmaktan çok yürümek
gerek çünkü.